Blogger tarafından desteklenmektedir.
RSS

Çocukluk Oyunlarımız


Bir zamanlar biz de çocuktuk. Çocukluğumuz şimdikinden elbette farklı geçti. Her çocuk yeni bir döneme doğar, yeni bir kuşağı oluşturur… ancak bizimki çok farklıydı.

Mahalle diye bir kavram vardı bir kere… çamurlu, tozlu sokaklar; koşarken dizlerimizi parçaladığımız. Komşuluklar vardı… aileler birbirlerini ziyarete giderdi. Yaşadığımız yerler bu kadar şehirleşmemişti. Ağaçlar vardı; dallarında saklanıp saatler geçirilen. Duvarlar vardı üstünde oturulup çekirdek çıtlatılan, uzun sohbetler edilen, kararlar verilen.

        Oynadığımız oyunları sizlerle paylaşmak, eski tabirle eskiyi yâd etmek istedim. Bilin istedim hayatta her şey “servis” değil, “bilgisayar” değil, “akıllı telefon cihazları” değil, “fastfood” değil, “avm” değil… Bunlar da şimdiki yaşamın gerçekleri, tek başlarına kötü değiller. Ancak bizim hayatımızda oyunlarımız vardı; kişiliklerimizi pekiştiren, arkadaşlığı, paylaşmayı, ekip olmayı, takım olmayı, biz olmayı… öğrendiğimiz.
        Öncelikle oynadığımız oyunları alt alta bir sıralayalım. Eğer öncelikle yeni olan sitemize sonra da yazımızın konusuna ilgi gösterirseniz, bakarsınız o oyunların nasıl oynandığının tarifini de tek tek bir yazı konusu yaparak sizlerle paylaşma şansını bize verirsiniz.

1)       Seksek


2)       Mendil Kapmaca


3)       Misket


4)       Mors


5)       Çivi Saplamaca


6)       Saklambaç


7)       Kukalı Saklambaç


8)       Körebe


9)       Futbol maçı


10)    Topaç


11)    Lak lak


12)    Takada


13)    İp Atlamaca-3 şekli vardır: a) Tekli b) Çoklu; iki çocuk ipi çevirir, diğeri ya da diğerleri dönmekte olan ipe girerek ip atlarlar. c) İki çocuk dörtgen bir ipi ayaklarına çevreler, diğer bir çocuk bu iki ipte ayaklarını dolandırmadan atlar


14)    Doktorculuk-Evcilik


15)    Yakan Top


16)    Lastikli Yo Yo


17)    Çember Çevirmece


18)    Fırdöndü


19)    İstop


20)    5 taş


21)    3 Taş


22)    9 Taş


23)    Dama


24)    Penaltı


25)    Kutu Kutu Pense


26)    Kibrit Kutusu Kapakları ile kumar


27)    Çelik-Çomak


28)    Birdir Bir


29)    Uzun Eşek


30)    Gazoz Kapağı-Tebeşirle Yere Yılan Şekli Çizilir


31)    Çiviler bir tahtanın üstüne çaklılır, maç


32)    3 adet metalik para ile maç


33)    İsim şehir..


34)    Fala Bakma-Kağıttan yapılır, kağıtın 8 yüzüne çeşitli yorumlar yazılır; ne çıkarsa bahtına.


35)    El Yakmaca


36)    Amiral battı


37)    Sessiz Sinema


38)    Kulakta Kulağa


39)    Gölge Oyunu


40)    Kibrit Oyunları


41)    Origami


42)    Çivi Saplama


43)    Paten


44)    Yağ Satarım Bal Satarım

 
        En kısa zamanda görüşmek üzere veda ederken bir oyunun nasıl oynandığını sizlerle paylaşalım:

Oyuncular yüzleri birbirine dönük halka oluşturacak biçimde yere otururlar. Ebe, bir mendilin ucunu düğümleyerek eline alır. Bunu arkasında saklayarak halkanın çevresinde dolaşmaya başlar ve birinin arkasında bırakır. Bu sırada da oyuna adını veren şarkıyı söyler…
 
Yağ satarım bal satarım
Ustam ölmüş ben satarım.

Alacağına bulacağına

Bir kaşık ayran

Yarın sabah bayram

Yağ satarım bal satarım
Ustam öldü ben satarım

Ustamın kürkü sarıdır

Satsam 15 liradır

Zam-bak zum-bak

Dön arkana iyi bak


Şimdilik hoşçakalın.














Yazan: Fahri KINCIR

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Ben Eskiden Çocuktum

Yemyeşil bir şehirde geçti çocukluğumun sekiz yılı henüz patika yolları vardı. Telefon yoktu, elektrikler de genellikle kesilirdi. İlçe 2.5 km uzaklıktaydı ve yürüyerek inerdik patika yollardan. dağlardan, ormandan ağaç taşırdım. Çobanlık yapardım kendimce ineklerimize. Buzağılar erkek olunca hemen kesilirdi ve kestiği için çok kızardım dedemin yeğenine. Rahmetli dedem çok severdi beni, hep onla uyurdum. Sabah ayağım yüzünde uyanmama rağmen benle uyumayı severdi. hemen her meyvenin de insanında hormonsuz olduğu zamanlardı. 30 km ötedeki köyde cenaze yada düğün olsa haberini hemen alırdık.büyük şehirde kapı komşumuzun öldüğünü haftalarca duymayacak kadar yabancı değildik henüz. Hayatın şartları bizi en büyük şehre getirdi. Sakin bir yerden şimdiki kadar olmasa da oldukça kalabalık bir yere. Müstakil evlerin ve bostanların henüz olduğu zamanlardı. Evimizin önündeki bahçede hemen her meyve vardı. Önce can erik olurdu ama büyümeye kalmadan biterdi. Sonra ekşi erik olurdu o mecburen büyüdükten ve kırmızılaştıktan sonra yenirdi. Evimizin önündeki boş alanda her gün top oynardık. Misket oynardık 36,tumba,baş,başaltı,mors gibi, sonra çivi oynardık hafif ıslak toprağa saplamaya çalıştırarak. Sonra yılan çizerdik tebeşirle gazoz kapaklarıyla oynardık. Başka mahallelere mahalle maçına giderdik daha halı sahalar icat edilmemişken. tv'nin tek kanal ve siyah beyaz olduğu zamanlardı. Akşam 19 30 da açılmasını beklerdik heyecanla. Önce istiklal marşı okunurdu sonra çizgi film olurdu. Tarzan, Vikingler, Heidi... Sonra 20:00 de ana haber bülteni tam bir saat sürerdi. Sonra da yabancı film kuşağı... Cumartesi akşamları 17:00 de açılırdı ve akşam haberlerinden sonra mutlaka yerli bir film olurdu. pazar günü 11 00 de açılırdı ve kovboy filmiyle başlardı genelde. Sonra 13 00 de değişmeyen pazar konseri. Kovboy filmlerini izledikten sonra hemen dışarı çıkar tahtadan silah yapar ve oynardık. Rozet bile yapmıştık. Arabalarımız plastiktendi. Komşumuzun oğlu karikatür dergisi fırt ta çalışıyordu. Karikatür dergileriyle birlikte çizgi roman alışkanlığı da başladı. Şimdiki gibi saçma sapan çizgiler yoktu çok iyi çizilirdi. Fırt, gırgır, çarşaf dergisi vardı, sonra günaydın gazetesinin pazar eki lak lak. Çarşaf dergisiyle ilgili bir hatıramı da paylaşayım, her hafta bütün dergileri okurdum bir hafta çarşaf dergisini kaçırmışım bakkallarda çarşaf varmı diye ararken bakkalın biri burada çarşaf olmaz oğlum tuhafiyeye bakacaksın demişti:) teksas,tommiks,zagor,kızılmaske,tombraks,vb gibi çizgi romanları tanıdığımda arkadaşlarla okumadığımızı değiştirecek kadar ileri gidip ders kitaplarının arasında bile okumaya başlayıp ailemizi kandırıyorduk. itiraf etmeliyim ki kitap okuma alışkanlığını o kitaplar kazandırmıştır bana. doğru bir şey olduğunu söylemiyor ve tavsiye etmiyorum ama bendeki etkisi buydu. plastik elektrik borularından yaptığımız ve 'tu' dediğimiz içine sivrilttiğimiz kağıtla duvarın arkasına saklanıp yoldan geçen kızlara atardık, başka bahçelere gidip gizlice yakalanmadan meyve yemeye çalışırdık. musluktan su içerdik ve her şeyimiz organikti. Yazlık sinemaları uygun bir çatıdan kaçak izlerdik. sinema sahipleri ne yapsa çözüm bulamazdı. Saklambaç,körebe,deve güreşi oynardık. Her mahallede arkadaşım vardı . Dostluklarda, düşmanlıklarda gerçekti. İçimdeki çocuk büyümedi hala ve ben o sıcaklığın ve samimiyetin emzirdiği çocuğum.

Yazan: Adem Kılıç

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kart Mı Postal Mı ?


İlk tebrik kartı göndermek geleneği Antik Çinlilerin birbirlerine yeni yıl kutlama mesajlarını papirüslerin üzerine yazmakla başlamış. 1400 'un ilk yıllarında Avrupalılar el yapımı kâğıtlarla bu geleneği devam ettirmişler. 1400'lu yılların ortalarında bu gelenek sevgililer günü için daha yaygınlaşmış. 1840'larda artık bu birbirine verilmenin zorluğundan sonunda postalanmaya başlamış. Dünyaca yaygınlaşması 1893'de Chicago Dünya Sergisi'yle başlamış. Güzel olan nokta ise bu sergiye Osmanlı hükümetinin de katılmasıdır. Osmanlı'da kartpostalın yaygınlaşması, Max Fruchterman sayesinde olmuş.

        O zamanların gündemi tamamen ansiklopedik içerik taşısa da birkaç nesil kartpostalların büyüsüne kapılmıştır yıllarca. Mektup ile Kartpostalın arasında inanılmaz derbi denecek kadar bir çekişme vardı . Aslında mektup yazmak hayli yorucu olmasının dışında iyi okur yazar olma zorunluluğu vardı. Bir sayfa yazı yazmak yaslıların görmeyen gözleri için de hayli zordu . Kartpostallar aslında mektubun gizli yardımcısıydı yıllarca . On yüzeyinde hangi seçilmiş resim veya fotoğraf olursa olsun arkasında adres yeri ve pulun yapıştığı yerin haricinde kalan bölüme uzun uzun yazmak zordu .Yazı karakterinin mümkün olduğu kadar küçük harfle yazılsa da ancak 4 cümleyi bile geçemiyordu . Zamanlar kartpostalların ölçüleri de bu yüzden değişime uğradı .Ama posta parasının fazla olmasından geleneksel boyda olanlar uzun sure ilk sırada idi satın almada ve gönderiminde . Tamamen resmiyetin dışında özel olmayan bu açık aleni kısa mektuplaşma yönteminde ne yazılmışsa bunu postacı dahil herkes okuyabiliyordu. O yüzden sevgilinin birbirine kartpostal göndermesinde gizli duygu sadece seçilen resim ve fotoğrafın sırrında idi . Özenle seçilen kartpostallar gönderilenden daha çok gönderenin kişiliğinin aynası idi .

        Evlerde takvim sanki bir gelenekti . Daha yeni yıl için alınan takvimlerde ilk bakılan bayramların ve özel günlerin hangi ayda hangi güne denk geldiğiydi . Böylece 3 hafta veya 2 hafta önceden kimlere kart gönderilecekse bir liste hazırlanır o sayıya göre özel kartpostal almak için gereken yere gidilirdi . Genellikle kırtasiye önlerinde satılan kartpostallar zamanla postane önlerine kurulmaya başlamış özel bir is imkân sağlanmıştı kendi içinde . Yıllar öncesinde belli çizgiler ve desenler içeren kartpostallar da endüstriyel bakış acısında tasarlanmaya başladı . İlk olarak parlayan kartpostallar daha çok ilgi görmeye başladı . Özellikle yılbaşı zamanı çam ağacını evlerinde süsleyemeyen halk bu parıltı ile yılbaşını daha fazla hissediyordu sanki... Kartlar çeşitlendikçe anlam ve önemlerine göre sınıflandıkça fiyatlarındaki artış ve daha önemsenip birde zarf içine konunca eskiye nazaran gönderimler düşmeye başladı . Sadece bayramlar ve özel günlerden ziyade en önemli başka bir yönü de bulunduğu ile ait fotoğrafların kartpostallara konmasıyla bir iç ve dış turizmde reklam pay idi. İlk 1893 de açılan serginin amacı da aslında buydu .Ne olursa olsun hangi ülke hangi tatil beldesi olursa olsun mutlaka o yerin fotoğraflarını içeren kartpostallar alınmasa da bakılmaktaydı sanırım hala da öyledir . Yabancı bir ülkede ise kişi en yakınına oranın posta pulu ile bir kartpostal atmak içinden geçer ve genellikle de yapılır . Yeni nesil için bu geçerli midir bilinmez ama bir kartpostal ile yaşamını geçirenin tatil sonrası yapmasa da -ah neden bir kart almadım dediği an hayatında mutlaka olur .

        Belli dönemlerde Yeşilçam'ın en çok popülaritesini koruduğu yıllarda kartpostallar uzun sure askerliğini yapan Mehmetçiğin de bir eğlencesi idi .En sevdiği artistin bir kartpostalını almak hele ki beğendiği bayanın pozu biraz çekici ise onu ve arkadaşlarını eğlendiren bir unsurdu . Sevilen insanın değeri daima fotoğraflarda korunurken kâğıdının kalitesi ve yıpranmayan dayanıklı yüzeyi en az iki yıl ya defterinin arasında ya da dolabının iç kısmında dururdu . Bakmak ve görmek , elle dokunma imkânı olmasa da en büyük avuntudur hayallerde düşlemek . Bu bir şart getirmez tasvirin içeriğinde .Önemli olan anılarda onu korumak ve özlemi yasarken her ne olursa olsun hissedebilmektir .

        Hayatımızda hiç farkına varmadığımız yitirdiğimiz bazı değerlerimizde bu sahip olduğumuz adetlerimizin hepsi birer koleksiyona dönüşüyor beynin bir yerinde . Oysa evlere gelen bir sebepten dolayı bu kartpostallar çocukların gerçek koleksiyonlarıydı bir donem . Okullarda öğretmenler çocukların sahip olduğu şeylerin değerini bilmesi için koleksiyon yapmaya yönlendirirlerdi . Sınıfta bos ders zamanlarında ilk sorulan soru - kim koleksiyon yapıyor ? olurdu . Çoğunlukla herkesin ortak koleksiyonu kartpostal olurdu .Bu aslında ne kadar çok birbiri ile iletişim halinde olan insanlığın göstergesiydi . Telefonun yaygınlaşıp ucuz hale gelmesi en önemlisi her eve girmesi ile gizliden kartpostalların önemi azalmaya başladı . Yazısını görmek yerine sesi duymak insana daha önemli geliyordu . Ama zamanla insanların sesi duymasının daha da kolay yöntemleri icat edildikçe artık seste geri plana itilmeye başladı. Bunun en belirgin olanı elektronik postanın geçmiş yıllarda ilk sırada olmasıdır .Her gecen gün değişen haberleşme yöntemleri bir öncekinin pabucunu dama atsa da sanırım kartpostal 'in sağladığı sıcak ilgiyi hiçbiri sağlayamayacak. Kişinin kendi el yazısıyla matbaanın ve kâğıdın dokusunun yanında yol aldığı zaman içindeki kokuyu hiç bir elektronik icat geri getiremeyecek .

Yazan: Aylin Zihli Kalan

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Siyah önlük, beyaz yaka. Topluma ilk fiyaka.

siyah onluk beyaz yaka
İlk siyah önlük ve beyaz yaka Orta Cağda Cizvit papazlarını açtığı okullarda öğrencilerin birbirinden ayrılması ile başlamış. Ülkemizde 1930'da tek parti döneminde okuldaki öğrencilerin zengin fakir ayrımının ortadan kaldırılması için siyah önlük giyilmesi kararı alınmıştı. O yıllarda kullandıkları kumaş ise "krizet" idi. Tabi biz o dönemleri babalarımızın veya annelerimizin fotoğraflarından gördük. Annemin önlüğü ve beyaz yakası hatta saçına taktığı kurdelesi bile benim yetiştiğim dönemden farklı değildi. İlkokula başlanıldığı anki heyecan ve o koşuşturmanın eylül aylarında hazır giyimi pek yaygın değildi. Önlükler ya anneler diker ya komşu teyzeler veya terzilere diktirilirdi. Satın alınan önlükler ise tek modeldi. Ailesinin durumu iyi ise mutlaka başka kumaş alınır ve başka modellerde dikilirdi önlükler. Ama çoğumuzun giydiği pek birbirinden farklı olmazdı, tek fark yakanın çeşidinden süsünden ve kız çocuğu ise saçına taktığı kurdelesinden idi. Hiçbir zaman giydiğimiz önlüklerimizden rahatsızlık duymadık çünkü  ilk seneler  okula başlamak, okula gitmek inanılmaz önemli idi. Ne oluyordu da okul aşkı başlıyordu bilemiyorum. Çünkü gün geçtikçe okullardan uzaklaşan okumayan hevesi kırılmış çocuklara baktıkça düşünce salıyor ister istemez, neydi bizi çeken siyah okul önlüğünü giymeye? Sokaklara bakınca karınca yavrusu gibi dağılan seslerin yükseldiği ve cıvıltıların bağrış çağırışların arasında kahkahaları atan mutlu çocuklar. Evlerinin camından izleyen minikler hiç şüphesiz o elinde taşıdığı ve sapından tutarak havaya fırlattığı okul çantası sanki sirkte ipte sallanan cambaz misali yere düşerken yakalayışında sokaklarda yürüyen siyah önlüklünün fiyakası idi belki de. Sabah erkenden kalkıp ilk iş elini yüzünü yıkadıktan sonra akşamdan hazırlanmış karşı divana konmuş okul önlüğünün mutlaka bir düğmesi kopmuş olurdu. İnanılmaz derece de siyah önlükler düğmelerin ipini yiyen gizli okul canavarları idi sanki annelerin gözünde.. Ne yaparsa yapsın isterse altı kat iplikle diksin o yakanın takıldığı yakadaki düğmenin ipi mutlaka kopar ve genelde düğme kaybolurdu. Çoğunlukla eve dönüşlerde annelerin çığlıkları yükselirdi -bu ne hal ne yaptın daha ben dun yıkadım bu önlüğü ... O zaman için az masraf kapısı olmadı diyemeyiz siyah önlükler ve beyaz yakalar . Çocuk büyüyen bir varlık olduğu için hiç bir önlük seneye olmazdı. Yırtığı yok ise kumaşı yıpranmamış ise önlüğü verecek bir kapı bulmakta zor değildi. Ama ne olursa olsun yeni bir önlük giymek aslında sınıfı geçip büyüdüğünün işareti ile her yeni öğretim dönemi başlangıcında sevinçti. Ama o sevinç bir iki aydan sonra dersler zorlaştıkça ödevler arttıkça imtihanlar korkuttukça siyah önlük düğme canavarı olmanın yansıra gene mi sen denen hiç gitmek bilmeyen davetsiz misafir olurdu. Artık ne yakanın cazibesi ne de saça takılan kurdele tat vermez yazı beklemek bir işkence olurdu. Başlardı artık şikâyetler ne bu simsiyah önlük hiç güzel değil ya da boğazımı sıkıyor bu yaka takmasam olmaz mi ? Memur hayatının bir başlangıcı gibidir siyah önlükler ve beyaz yakalar. İlk iş günü bir heves giyinilen yeni takım elbise jilet misali , kravat düğümü inanılmaz düzgün saclar briyantinli ama ay sonu ve monoton is hayatinin vardiya sonu çıkışı gibi saclar değilmiş kravatın düğmesi gevşetilmiş yaka kaymış. Bezgin okul çantasına her gecen gün konulan kitapları taşıyamayan sapı kopmuş çanta yerlerde tekmelenerek sürüklenmesi , o kopmuş düşmüş düğmenin ardında yaka yorgun bir savaşçı gibi boyundan aşağı şarkısı ile sokaktaki seslerin cıvıltıdan daha çok kavgaya dönüşen kovalamaları.. Bir siyah önlük ve bir beyaz yakanın hazin öyküsüdür aslında severken terk eden sevgili gibi fiyakalı iken borca düşmüş bir isçi gibi. Her ne olursa olsun hep siyah önlük ve beyaz yaka suçlu olmuştur bu hikayenin sonunda. Beceriksiz olan ikisidir. Çocuğu okutması gereken öğretmesi gereken o ikisidir. Biri bahtsız olarak seçilmiş rengi siyah ve onu kurtarmak için küçük kurtarıcı da beyaz rengi seçilmiştir. Siyah her ne kadar pisten kirden bir kurtarıcı olsa da karatahtanın lanetinden kurtulamamıştır. Tebeşirlerle verdiği savaşta yenilen hep siyah önlüktur. Yuttuğu tebeşir tozunun ilerde ne zarar vereceği söz konusu hiç olmamıştır tek sorun siyahin nasıl oluyor da kirlenmede bir numara olabilme basarisidir karatahtanın lanetinde. Oysa sırf tebeşir tozu olsa belki hadi kirlenmede anlayış söz konusu olacaktı ama nedir bilinmez diktatörleşmiş eğitim sisteminde duygular nedense siyahlaşamıyordu çocukların göz pınarlarında. Mutlaka cebe konması şart koşulan iki mendil de duyuların hızına yetişemez ama o kotu günde tek yetişen siyah önlüğün kolları idi. Sumuk siyah kumaşta durduğu kadar ihtişamı ile başka hiçbir renkte böyle duramazdı duramadı da... İlk yasa tasarısı hakkında TV'lerde söz olunca evleri bir neşe sardı. Artık siyah önlük mecburi değildi .Okullarda siyah önlük zorunluluğuna 1989-1990 eğitim-öğretim yılında, yayımlanan genelgeyle son verildi. Gerekçede su idi siyah renk çocuğun psikolojisini etkiliyordu. Yıllar geçtikten sonra eski fotoğraflara bakarken siyah önlüğümü anarken neden ona lanet değil de özlemle anımsadığımı düşündüğümde sanırım gerekçeyi gösterenler hiçbir zaman öğrenci olmamışlardı bizim gibi. Seçtikleri o donemdeki renkler deniz mavisi, lacivert ve gri.. Siyah renge nazaran daha mi çekici idi bu renkler ? İlk sene okula başlayan miniğin rengi önemser mi önemsemez mi hiç düşünülmese de sonraki yıllarda zorunlu siyah giyene belki bu renkler bir umuttu ,sanki beceremediği anlayamadığı dersleri o renkler düzeltecek zorunlu gördüğü mutsuz olduğu yıllarının psikolojisini bu renkler kesin düzeltecekti. Bir iştah gazeteler televizyon kanalları renkleri anlatıyordu. Buruk bir sevinç yaşandı o yıllar. Siyah gidisine değil tabi bu burukluk yeni renklerden beklenen ümit. Olmadı olamadı gitti... herhâlde siyah önlüğün laneti surdu, intikam alacaktı elbette çünkü giderken hiç kimse arkasından gözyaşı dökmemişti.. Az mı, koca 50 küsur yıl. Karatahtanın o küstahça kendini beğenmiş havası ile mücadele ederken tebeşir tozunu miniğin ciğerine nasıl islediğini ispatlamak için göğüs gerdiği mücadelesinde ki yenilgisinin arkasından sessizce söylediği sizi Allah'a havale ediyorum ... Artık siyah önlük ve beyaz yakanın yanında yenileri de yer aldı , geçin bakalım sen deniz mavisi , hey sen lacivert sen de gri... geçin siyah önlüğün yanına ! 2010 Ve okullarda kıyafet serbest ... Ama ne acı psikolojiler hala bozuk !

        Sadece kulağımda şu ses çınlar her okul yeni öğretim yılına başlarken : -Oğlum Ahmet çıkar şuradan önlük için kumaşlarını , dur bakim onun yanındaki topu da çıkar . Tek en mi o yoksa çift en mi ? Ne kadar metresi bunun ? Ne dersin Aylin üstten robalı dikerim sen eteğini can etek istersin kol ağızlarını da büzgülü yaparız. Yakayı pazardan alacağım , yok kızım alamam o fistoluyu ama halana söyleriz dantelden bir yaka örer sana...

Yazan: Aylin Zihli Kalan


 Etiketler: siyah önlük, siyah onluk beyaz yaka, siyah önlük beyaz yaka, siyah önlük ne zaman kalktı, siyah önlükten maviye geçiş, Aylin Zihli Kalan, bir zamanlar, maziler

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

EVİMİZDE BİR SES OLSUN …

Evlerimizin en büyük haber alma kaynağı olan Radyolarımızın yerini Kasetçalarlara devrettiği ana dair.

Dünyayı radyodan aldığımız ve dinlediğimiz haberlerden takip ettiğimiz zamanlardı. İlk karşılaşmamızı dün gibi hatırlıyorum radyo ile. Babam bir gün elinde küçük bir kutuyla girdi kapıdan ve o kutunun içinden daha küçük başka bir kutu çıkardı. Üzerinde düğmeler olan bu kutunun bir düğmesini çevirdiğinde bir birinden farklı ve yabancı sesler duyulmaya başladı. Bu konuşkan ve tatlı dilli sesi güzel yeni aile üyemiz, Evimizin başköşesinde yerini almayı en kısa sürede başardı. Boş bulduğum her an kulağımı dayar dinler, bazen de içindeki adamları görmek için içine bakardım. Saat başı haberleri mutlaka dinlenir hiç kaçırılmazdı. Yurttan haberler başladığında büyük bir sessizlik olurdu evde, herkes haberlere odaklanırdı. Arada “Allah Allah ” lı “ bak sen, gördün mü?” lü ciddiye alındığını belirten nidalar duyulurdu bu dinlemeler sırasın da. Nerede ne olmuş ancak radyolardan dinlenerek öğrenilirdi. Radyolarımızdan sadece Türkiye den değil dünyanın her bir yerinden haber alma imkânımız vardı. Evimizin bu yeni sakini pek dedikoducu, pek bir gevezeydi.

        Sonraları kasetçalarlı radyolar aldı bu eski “yurttan sesler” korosunu içinde barındıran radyonun yerini. Dikdörtgen şekilde olan kaseti ile hem radyo görevi yapan hem kaset çalan, halk arasında Teyp denilen, teknolojinin en büyük ve en yeni ürünü kasetçalarlı radyolar, gençliğimizin en değerli icadı oldu bir anda. Gençlerin olmazsa olmazı ise bu zamanlarda balkonlarda demli çay eşliğinde bangır bangır çalan en moda ve popüler şarkılara eşlik etmekti. Doldurma kasetlerin ve asker kasetlerinin de hediye edildiği dönemlerdi. En başına askerin yada aşık kişinin adının zikredildiği bir anons konmazsa olmazdı. Şimdi güldüğümüz bu hale o zamanlar salya sümük ağlandığını düşünecek olursak, evin baş köşesinde oturacak kadar çok sevildiğini, sadece haber vermeye değil ,artık birilerine şarkılar eşliğin de sevgilerin ve özlemlerin anlatılmasına da yarayan  bir “aracı” haline geldiğini de görmüş oluruz..  Nesrin Sipahi, Semiramis Pekkan, Tanju Okan kasetlerini günler öncesinden çıksın diye beklemek ,teker teker kasetler çıktıkça almak ,dinleme heyecanıyla ve bir bebeği besleme özlemiyle kasetleri yuvasına yerleştirip, “sarmasın !” diye dualar ederek keyfini sürmek çok farklı ve güzel bir duyguydu.

        Arada çok uzun ve güzel hikayeler, kalemle geri sarılan kasetler, walkman ler ve omuzda taşınan dev kaset çalarlar devrinin uzun ve başka dünyanın çocuk hikayeleri olsa da, onlar belki başka bir yazıya konu olması gereken özel zamanlar olduğundan, Cd çalarların çıktığı, geçmişi öldürmede bir üst seviyeye çıkıldığı zamanların hüznü ile vedalaşmak istiyorum. Koskoca ve romantik bir dünyayı, incecik plakaların ve plakların küçültülmüş parlak dünyasının ışıltılı taklitlerine kurban edip, bir tarafından araçların dikiz aynasına asmanın moda olduğu zamanlara gelindiğin de, Aynı hüzün ile “ Ah o eski kasetçalarlar”  diye anmadan geçmek ne mümkün?  . İşte “Teypler” saygı duyulan ve sevilen, evimizden biri gibi başköşelerde ağırlanan, genç kızların çeyizlerin de bile yer bulan “Romantik teknolojinin evladı” göz ağrımız iken, ışıltılı ve sahte dünyası ile eski Türk filmlerinin zengin ve şımarık çocuğu havalarıyla hayatımıza giren CD çalarlar, sadece tüketim açlığının temsilcisi olarak, o kötü karakterlerin büyük ve abartılı kahkahasından başka bir şey olmadı hayatımızda, Gök kubbede kalan hoş sada hep Kasetçalarlara ait oldu…

Yazan: Melek Sarıkaya

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

KÜÇÜK BEDENLER,KÜÇÜK BİDONLAR: GAZYAĞI...

Sonbaharın solgun ve cansız hali, her şeye rağmen tüm güzelliği ile tebessüm etmeye çalışıyor , kızıl gonca bir gül gibi gökyüzünü tüm ihtişamı ile sarıp sarmalıyordu .Ürkek ve çekingen adımlarla ve bir karıncanın telaşı ile geçti sokağı baştan başa. Sağa dönüp taş sokağı yürümeye başladığında gözleri Mahalle camisinin minaresine takıldı: Bayram bile çoktan geçmesine rağmen, ramazan mahyası onbir ayın sultanı ramazanı ilan etmeye devam ediyordu... Birazdan cami duvarının yanından geçecekti. Elindeki plastik bidonu kokladı, gaz yağı kokuyordu, su konulmazdı... Duvarın hemen yanında , ona göre bir milyon yıllık olan mahalle çeşmesi  üzerindeki soyadına dili dönmediği Hayrettin isimli adamın hayratı olduğunu belirten yazıyı okudu bir solukta.. Allah Allah hayratta ne ola ki...eğilip avuç dolusu su içti kana kana... doğrulup kirden ve kulanılmışlıktan meşinleçmiş kolunun yenlerine sildi ağzını. Gözlerine yürüyen kan sebebiyle ki baş aşağı içmişti neredeyse suyu, gözlerinin yandığını hissetti. Hemen toparlanıp devam etti..

        Adımlarındaki çekingenlik yavaş yavaş azaldığı halde mahalleden çıkıp asfalt yol üzerine çıktı. Kahvehanelerin önünden geçerek cadde boyunca tek tek kapanmaya başlayan evlerin pencerelerine bakarak İlçenin tam ortasından geçen dere üzerindeki köprüye doğru ilerledi... Kalbi ,yaşıtı olan her çocuk gibi alabildiğine hızlı çarparak ilerledi köprü üzerinden. Sol tarafına hiç bakmadan ilerlemeye çalışırken, tüm çocukça korkuları hükmetmeye çalışıyordu bacaklarına. Sol tarafında ilçe mezarlığı kapkaranlık görünüyordu, güneş henüz batmamıştı ama, Sanki ölen herkesin gittiği gökyüzünü işaret eder gibi yukarı doğru uzanan Kavak ağaçları, gündüz olabildiğince gösterişli ve ulvi görünmesine rağmen , şimdi bu saatlerde, her türlü korkunç varlığın: kanatlı koca dişli , uçan sinsi varlıkların yuvasından başka bir şey değilmiş gibi korkutucuydu. Korku ile hızlanan adımları Mezarlık duvarının sonuna kadar süren bir koşuya dönüşmüştü. Arkasından geldiğini düşündüğü tüm o acayip canlıları geride bırakarak asfaltın kenarından koşarak evlerin bittiği yere geldi. Ne korkunç bir alışkanlıktı şehrin hemen yanına koymak bu mezarlıkları. Ya kalksalar ve evlerine geri dönmek isteseler... tekrar korku ile çarpan yüreği ve aklı bir kez  daha arkasına bakmasını emretti. Baktı, ve hiç bir şey görmediği halde koşar adım yürümeye başladı tekrar kovalanıyor hissi dayanılmazdı. Onun bu halini gören kim derdi ki daha bir kaç hafta önce teravih namazı için çıktıklarında ramazan boyunca mezarlıkta dolaştıklarını ve ölü şakaları yaptıklarını...ettiğini buluyordu işte...

        Gazyağı almak için çıktığı evinden çok uzaktı. Hedefi olan Benzinliğin tabelasını uzaktan gördüğünde rahatladı. Hemen gazyağı alıp eve dönecekti. Normal şartlarda bu saatte dışarı çıkmasına asla izin vermezdi ailesi. Bütün gün koşmaktan ve oynamaktan yorgun bedenine ailenin işlerinden biri  yüklenmişti ve hemen halledip dönmesi gerekiyordu. Benzinliğe yaklaştıkça, karanlık sanki daha fazla artmaya başlamıştı, ama ellerinde bidonlarla bekleyen insanların karartılarını seçebiliyordu. Yine kuyrukta bekleyecekti, ve yüreğini deli gibi çırpındıran mezarlığın önünden tekrar geçecekti. Hayal kırıklığı ve umutsuzlukla yürümeye devam etti.. 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesinde , her yerde yağ , tüp , gazyağı kuyruklarının olduğu zamanlardı ve şimdi ona düşen bu gazyağı kuyruğuydu. Dönüşte Küçük bedeniyle beş litre gazyağını taşıyarak eve dönecek olmanın umutsuzluğu, zamanın getirdiği tüm hayat yüklerinin payına düşen bu parçası, küçük bedenini ezmeye başlamıştı çoktan...

Yazan: Kemal Kurt

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS